Mehmet Akif Ersoy
-
arkadaşlar adam bişey sordu siz adamı mahvettiniz bilmemek ayıp degil ögrenmemek ayıp:s kardesim elimden geldigince yardım ederim inseallah
-
bildiğim kadarıyla milli mücadeleye karşı bir cemaatte sözcüyken cemaati bırakıp milli mücadeleye katılıyor ve bu yüzden hala onu sevmeyen aşırı dindar kişiler var...
-
MEHMET AKİF’İN KURTULUŞ SAVAŞINDAKİ HİZMETLERİ 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan itibaren vatan topraklarının düşmanlarımız tarafından birer birer işgale başlanması Akif'i derin bir ızdırap İçinde bırakmıştı. Koca Akif inliyordu. 16 Ekim 1919'da Sebîlürreşâd'da yayımladığı "
Hüsran" adlı şiiri onun o günlerde içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından önemlidir: Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâm'ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli gür imanlı beyinler coşar ancak,
Ben zâten uzun boylu düşünmekten uzaktım!
Haykır! Kime, lâkin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, na'şını, tuttum,
Bin parça edip şi'rime gömdüm de bıraktım;
Seller gibi vâdiyi eninim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler "Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!
Evet, Akif vatanın işgali karşısında dili, eli, kolu bağlı durmadı. Bazı aydınlarımızın iyice ümitsizliğe düşüp Amerikan mandasını bile savundukları bir devirde o, ümitsizliğe kapılmadı. 1920 yılının Ocak ayı sonunda yakın arkadaşı Eşref Edip'le birlikte
Balıkesir'e gitti. Burada Millî Mücadele hareketini başlatanlarla, Kuva-yı Milliyecilerle temasa geçti. Zağanos Paşa Camii'nde halka hitap etti. Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da.
Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!
Hayat elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkâk.
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: Da'vâ-yı istihkak.
mısralarıyla başlayan şiiri heyecanla okudu. Büyük davayı, İstiklâle hak kazanma davasını anlattı. Ümitsizliğe yer olmadığını, onun imansızlıktan başka bir şey olmadığını dile getirip, halkı Millî Mücadele'ye çağıran vaazlar verdi.
Balıkesir'den İstanbul'a dönünce Akif'e bir taraftan hükümetin, diğer taraftan İngilizlerin şiddetli baskısı başladı. Artık İstanbul'da duramazdı, 10 Nisan 1920 günü ailesiyle vedalaşan şairimiz, İstanbul'dan ayrıldı. Nisanın son haftasında Ankara'ya geldi. Anadolu'ya geçtiği için "resmî izin almadan memuriyetini terk edip, ortadan kaybolduğu" gerekçesiyle 3 Mayıs 1920'de Dar'ül-Hik-meti'l-İslâmiye'deki görevine son verildi.
23 Nisan 1920'de açılan birinci
Büyük Millet Meclisi'ne 5 Haziran 1920'de Burdur milletvekili olarak katılan Akif, Ankara'ya geldikten sonra Anadolu'yu karış karış dolaştı: Eskişehir, Afyon, Sandıklı, Dinar, Burdur, Konya, Antalya. Kastamonu. Gittiği her yerde, camilerde, hükümet meydanlarında yaptığı konuşmalarla geniş halk kitlelerine Millî Mücadele'nin önemini, düşmana karşı koymanın zorunluluğunu, Anadolu'yu da kaybedersek gidecek yerimizin kalmadığını anlattı. 19 Ekim (1920)'de Kastamonu'daki Nasrullah Camii kürsüsünde meşhur vaazını verdi. İstiklâl mücadelesi tarihimizin arka plânında rol oynayan bu çok önemli vaazında Akif, Osmanlı Devleti'nin düştüğü son durumu izah ediyor, Sevr Antlaşması'nı (10 Ağustos 1920) kabul etmenin devleti sona erdirmek demek olduğunu, tek çarenin medeniyet maskesiyle gelen Batı sömürgeciliğinin karşısına insanla ve silâhla dikilmek olduğunu, hissî, mantıkî ve heyecanlı bir üslûpla, yer yer şiir ifadesiyle, hattâ şiirlerle anlatıyordu. Bu konuşma o sırada Ankara'da basılmakta olan Sebîlür-reşâd dergisinde çıkıyor, memleketin her tarafına süratle yayılıyor, ordu kumandanlarınca ayrı broşürler hâlinde basılıp askere ve halka dağıtılıyor, minberlerde ve kürsülerde tekrar tekrar okunuyordu. Kurtuluş Savaşı'nda halkın ve askerin büyük bir şevkle birlik ruhu teşkil etmesinde, Mehmet Akif'in gerek bu mühim vaazının, gerekse bundan sonraki vaazlarının ve yazılarının büyük rolü olmuştur." Akif'in bu vaazlarının, konuşmalarının halk üzerinde bu kadar muazzam tesirini gören Ankara hükümeti, Kastamonu ve İnebolu yolunun İstiklâl Savaşı'ndaki stratejik önemi (çünkü İstanbul'dan Ankara'ya silâh ve mühimmat ikmali bu yolla yapılıyordu. Bu yolun kapanması demek, Ankara'ya silâh ve mühimmat ikmalinin durması demekti.) dolayısıyla, Akif'ten Kastamonu ilçe, kasaba ve köyleri halkını irşat etmesini, Millî Mücadele'nin önemini anlatmasını rica etti. Bunun üzerine Akif, Kastamonu bölgesinin hemen hemen bütün köy ve kasabalarını dolaşarak bu önemli görevi yerine getirdi. Sevr Antlaşmasının öldürücü maddelerini herkesin anlayabileceği bir şekilde anlattı. Bu bölge halkının, Millî Mücadele'ye katılmasında önemli bir rol oynadı.
Şairimiz, 1920 Aralık sonlarında, Eşref Ediple birlikte Kastamonu'dan Ankara'ya döndü. Üç sayı Kastamonu'da çıkan Sebîlürreşâd'ın 3 Şubat 1921 tarihli 467. sayısı artık Ankara'da çıkıyordu.
Genel Kurmay Başkanlığı'nın isteği üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı, 7 Kasım 1920'de gazetelere verdiği ilânla bir
İstiklâl Marşı yarışması açıldığını ve bu marş için (o zaman için çok büyük bir para olan) beşyüz lira ödül konulduğunu bildirmişti. Yarışma haberi bir genelgeyle bütün okullara da duyurulmuştu. Bu yarışmaya 724 şiir geldi. Fakat bakanlık bunların hiçbirisini istenilen nitelikte bulmamıştı. Bunun üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve arkadaşları Mehmet Akif'e başvurdular. Akif ise "para için şiir yazmam" diyerek bu başvuruyu geri çevirdi. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanı, kendisinin yarışma şartları dışında tutulacağı sözünü vererek, yarışmaya katılmasını rica etti. Artık Akif'in diyeceği bir şey yoktu. Odasına kapandı ve İstiklal Marşı'nı yazdı. 16 Eser 17 Şubat 1921 tarihli Sebîlürreşâd dergisinde yayımlandı.
İstiklâl Marşı'nı 1 Mart 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi okudu. Hem de "İnsanların ancak kendi eserlerinden esirgemeyecekleri bir sesle" Meclis, İstiklâl Marşı'nı şiddetli alkışlarla defalarca kesmiş, ruhları heyecan kaplamış, herkes coşmuştu. Nihayet 12 Mart 1921 Cumartesi günü yine Hamdullah Suphi tarafından dört defa üst üste okunmuş ve her mısraı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından sürekli ayakta alkışlanarak, Millî marş olarak resmen ilân edilmiştir. Bütün bunlar olurken, meclis büyük bir heyecanla alkış tufanıyla inlerken. Akif "mahcubiyetinden başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üzerine yumulmuş", "mecliste duramamış, salona çıkmıştı."
Mayıs 1921'de Yunan ordusu Yalova, Gemlik civarında Müslüman köylerini yakıyor, İzmit'te çoluk çocuğu bir haneye doldurarak ateş ediyor, birçok Müslümanların burun ve kulaklarını kesiyordu. Gonaris İngiliz gazetelerinde vuku bulan beyanatında: "Biz ehl-i salip (Haçlı) harbi yapıyoruz!" diyordu. Her gün Yunan istilâsı altındaki topraklarımıza, özellikle de Bursa'ya dair elim haberler geliyordu. Akif, yine bunalmıştı, yine inliyordu, yine bedbahttı, yine muzdaripti. Eline kalemini aldı ve Türk edebiyatına o güzel "
Bülbül" şiirini kazandırdı: Eşin var, âşiyânın var. baharın var. ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?
O zümrüd tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun:
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülsen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kâinatın şen,
Hazansız bir zemin isterse, şâyed ruh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-ı mutlaklar bütün mahkûm-ı pervâzın
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı-eb'âda;
Hayatın en muhayyel gayedir ahrara dünyâda.
Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman buruşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tessellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda;
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefasız, kansız evladı,
Serapa Garb'a çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı!
Hayalimden geçerken şimdi; fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu,
Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzi serab olsun:
O kudretler, o satvetler harab olsun, türab olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Hân'ın:
Şena'âtlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan'ın!
Ne haybettir ki: Vahdetgâhı dînîn devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın haremgâhında nâmahrem...
Benim Hakkım, sus ey bülbül senin hakkın değil matem!
Akif, 1-16 Ağustos 1922 tarihleri arasında, Ali Fuat Paşa'nın başkanlığında kurularak cepheleri dolaşan bir meclis heyetine katılarak, aynı ayın sonunda başlayacak olan Büyük Taarruz öncesinde askerlerimize cesaret verici konuşmalar yapmıştır. 26 Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruz'un zaferle sonuçlanıp düşmanın İzmir'e doğru kovalandığı günlerde ise Akif, heyecan içinde Ankara'da duramamış, cesetlerle dolu savaş bölgelerini dolaşmış: düşmanın çıkardığı yangınlara su taşımış, bu şekilde Bilecik'e kadar gitmiştir.
Büyük zaferden sonra 1 Nisan 1923'te yeniden seçim kararı alan birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 21 Mayıs'ta son defa toplanıp dağılır. Akif, İstiklâl Mücadelesi'nin sona ermesinden sonra yeniden kurulan ikinci mecliste artık milletvekili değildir. Mayıs 1923'te ailesiyle birlikte İstanbul'a dönmüştür.
Hazırlayan:
Murat ÖCAL Tarih Öğretmeni
alıntıdır....
-
Çok sağolun muridler Bu bilgiler bana fazlasıyla yeter