folder Tahribat.com Forumları
linefolder Derin Konular
linefolder Sağa Çektim Bekliyorum



Sağa Çektim Bekliyorum

  1. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Opter
    Opter's avatar
    Kayıt Tarihi: 28/Mayıs/2008
    Erkek

    Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır.

     

    Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık,
    verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar
    ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden
    tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu.

     

    Bu delikanlı o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kim bilir?
    "Ben iyiyim doktor ağabey, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim,
    bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde.
    Onsekiz yaşındaydı.
    Şizofreni hastasıydı.
    Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi
    boş bir bakış yer değiştiriyordu.
    Çocuk gibiydi tavırları.
    Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz,
    saf dünyasına dönmüştü sanki.
    Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı.
    Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı.
    Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi.
    İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birseyler konuşup gülüyordu.
    Ama, gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü
    tekrarlayıp duruyordu:
    "İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."

     

    Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı.
    Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim
    işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke
    dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı.
    Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
    Babasının -asabi- olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak
    şeylere sinirlendiğini, -aslında iyi bir insan- olduğunu zamanla
    annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem
    babası -Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için
    yoruluyorum- demiyor muydu?
    Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi
    nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?

     

    Bazen -aslan oğlum, akıllı oğlum- derdi babası kendisine, bazen de -salak,
    haylaz!- Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini
    kemiriyordu.

     

    Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?

     

    Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı.
    Devamlı peşinde dolaşır, -Hasta olacaksın- der, başka şey demezdi. Bu
    aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve
    dövmüyordu ya; yetebilirdi bu.
    Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu.
    Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira.
    Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu.
    Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani.
    Annesinin hoşlanmadığı birsey yaptığında -Seni doğuracağıma taş
    doğursaydım- sözünü sık duydu.
    Bir gün dayanamayıp -Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?-
    sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle -Saçmalama salak!- diye
    bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu? Bazen annesiyle babası kavga
    ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir,
    yanlarına gidince susarlardı.
    Birşey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik
    olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç.
    Neden anlatmazlardı ki?
    Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi
    daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık.
    Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi.
    Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi
    çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek
    hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle
    davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
    Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu.
    Anne-babasının evde -kel toş- dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir
    gün ona -kel toş- diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası
    çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye
    öyle diyorlardı o zaman?

     

    Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. "Yine mi o gıcık tipler
    geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?" "O Ayten de çok
    saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim, naaparsın?" "Keşke evde yok
    deseydin oğlum / İnanın çok özlemiştik."

     

    Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun
    kuralı acaba neydi?
    İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle
    karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi
    olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık
    suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi.
    Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka.

     

    "Gelecek sizin elinizde / Siz haylazsınız!" "Okuyup büyük adam olacaksınız
    / Adam olmazsınız siz!" "Bu ülkenin umudu sizlerde / Sizi her gün dövmek
    lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı / Aptallar!"

     

    Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve
    hep-beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet
    yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur"
    diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye
    sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma;
    fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu
    dünya. Nasıl korunacaktı?

     

    İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir
    arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını
    kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta
    ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında
    öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye
    fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini
    deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz?
    Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası
    iyice karıştı. Bir gün birisi "Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye
    bekliyordu. Ama ya değilse?

     

    Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi
    kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse.

     

    Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok
    konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval
    bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet
    geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.

     

    Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten
    genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla
    konuşmasına, annesi "Hâlâ çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu.

     

    Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği
    bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı.
    Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip
    sustular. "Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla
    başbaşa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir
    yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı.

     

    Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için
    arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu
    alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders
    aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile
    denilebilirdi. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden
    böyleydi ki?
    Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza "Seni seviyorum" demek geldi içinden.
    Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti.
    Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için
    kızın yanına gitti, özür diledi ve "Tamam, seni sevmiyorum" dedi. Ama kız
    buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı
    neler olup bittiğini. Su kızlar da garipti doğrusu.

     

    Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle
    gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde
    gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf ağabey, şu kıza bak,
    çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna."
    "Yok ağabey şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali ağabey?"
    Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abisinin
    kızkardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak
    iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim
    gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına
    kim nerede laf atıyordu?

     

    İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
    Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir
    delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla
    çıkmaları iyi değildi, "kaşar" damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler
    kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne
    babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin
    en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince "aslan oğlum" diyen
    bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet
    kopardı.

     

    "Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti
    sanki. Kur'ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu
    öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân okumazlardı, ama "Okumak
    lazım, iyidir" derlerdi. "Okumak lazım, iyidir" derler, ama okumazlardı.
    Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi.
    Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız
    arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi,
    sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O
    akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu
    anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir
    problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı:
    "Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git.
    Kur'ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa." "Nerede yazıyor
    bu denge baba?" diye sordu. Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi
    ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu
    artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı.
    Kur'ân'ı da, namazı da bıraktı.

     

    Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu.
    Spiker 'Sok, Sok! Şu rezilliğe bakın!' diye ekranı inletirken bir yandan
    da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları
    seyreder, hem de "Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların
    yaptıklarına bakın" derdi. Hüseyin "Baba, başka kanala geçelim" deyince
    de, "Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor
    bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak
    denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.
    Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini
    öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki
    köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış
    politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok
    hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en
    akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama
    onlar bizi
    sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar
    gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.

     

    Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik.
    Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden
    korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden
    korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların.
    Korkmasinlardı bizden.

     

    Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç
    sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep
    iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak
    istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.

     

    Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından
    çıkmamaya başladı.
    Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En
    iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı
    ki?

     

    Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu.
    Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu
    torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu
    yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil.
    Ama, biz yapınca iyi oluyordu.

     

    İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar
    arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir
    değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin'i sevecekti mutlaka, hatta
    seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı
    ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu
    bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz,
    mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun.

     

    Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık
    etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire
    çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi.
    Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama
    giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp
    erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi. "Nasıl yani???"

     

    Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında
    kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu
    insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte
    standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve
    huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne
    gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden,
    hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.

     

    "Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor ağabey, çok iyiyim ben. Sağa
    çektim, bekliyorum."

     

    Dr. YUSUF KARAÇAY

    Adalet dolu dünya, merhamet dolu dünyadan daha büyüktür. | Kuşandık sarı laciyi, Saraçoğlu yokuşlarında...
  2. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    kurdo
    kurdo's avatar
    Kayıt Tarihi: 18/Temmuz/2005
    Erkek
    Kurtulmuş en azından bu kaostan. Ne mutlu ona.

    kendinize ayığ olunuz
  3. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    AntiOksidan
    AntiOksidan's avatar
    Kayıt Tarihi: 03/Ekim/2005
    Erkek

    süper lan,sağol :D

  4. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    ShockMan
    ShockMan's avatar
    Kayıt Tarihi: 29/Eylül/2004
    Erkek
    Sonuna Kadar Okudum, Hikaye Pek Akıl verici Tarzda. Hayat Hakikatende Anlaşılması Zor, Acı Dolu Ve Mayhoş bir yapısıyla Çekici vede İtici Bir Düzlem.

    Net ortamı, tek tük de olsa iyi dostluklar sağlamışsa bile, vefasızlığı ile ünlüdür..!
  5. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    AmoR
    AmoR's avatar
    Kayıt Tarihi: 14/Nisan/2007
    Erkek

    İnatla okudum ve okuduğuma değdi doğrusu. Çok anlamlı ve açık mesajları var.

    Güzel yazı, Teşekkürler. 


    Those who speak know nothing,And find out to their cost, Like those who curse their luck in too many places, And those who fear are lost...
  6. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Marsel
    crafty
    crafty's avatar
    Kayıt Tarihi: 19/Eylül/2006
    Erkek
    hoca acayip etkilendim hayatın gerçeklerini süper anlatmış...

    Kasnak yuvarlandı elek oldu, eski orospular melek oldu...
  7. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    MUBARIZ
    TorNaVida
    TorNaVida's avatar
    Kayıt Tarihi: 17/Temmuz/2005
    Erkek
    Harbiden sağlam yazı hacı begenerek okudum çok güzel anlamlı insan bunları düşünnce gerçekten sasırıyo.Bunları  okuyoruzda bunların %90 hepimiz günlük hayatta yapıyoruz yani bi nevi yapmak zorundayız yapmayıp sürekli bunları kafaya takarsak halimiz bu yazının sonu gibi olur.

    47 ermeni köpeğini tek başına geberten KAHRAMAN TÜRK ŞEHİTİ MÜBARİZ İBRAHİMOV.
  8. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    attackatak
    attackatak's avatar
    Kayıt Tarihi: 06/Mayıs/2007
    Erkek
    benx filminin ana temasına benziyor.
  9. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Fikret
    Fikret's avatar
    Kayıt Tarihi: 01/Ekim/2007
    Erkek
    okurken sıkılmıyo insan cok akıcı :) güzel mesajlar iceriyo. te$ekkurler payla$im icin.

    screw you guys! i"m goin" hoooome!
  10. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    lepusmorris
    lepusmorris's avatar
    Kayıt Tarihi: 31/Mart/2007
    Erkek
    hocam süper bi paylaşım. bnm için faydalı bi yazı. teşekkrler

    ..
  11. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    darkness_izmir
    darkness_izmir's avatar
    Kayıt Tarihi: 05/Mart/2007
    Erkek
    suana kadar yaşadığım karmaşaları süper anlatmış...ama asıl olay zaten bu boktan seyleri herkesin kendine göre cözmesi hayatı zevkli yapan bu..yoksa herkes sıkıntıdan uyuşturucuya başalrdı :D

    bendekiler hayel değil plan,planlarımda gerçek değil sadece birer rüya ...
Toplam Hit: 10351 Toplam Mesaj: 54