folder Tahribat.com Forumları
linefolder Derin Konular
linefolder Kuranda Ki Çelişkili Sureler



Kuranda Ki Çelişkili Sureler

  1. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    nihat
    nihat's avatar
    Kayıt Tarihi: 05/Nisan/2009
    Erkek

    Cia bunu yazdı:
    -----------------------------
    -----------------------------

    bundan sonra cia mürid cübbeli cia hoca olarak anıla:D saygılar

  2. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    MelancholiTr
    MelancholiTr's avatar
    Kayıt Tarihi: 24/Haziran/2008
    Erkek

    www.dinimizislam.com

    www.hakikatkitapevi.com

    kardşim ben yeni merak saldım senin gibi.

    her türlü soruyu bulabilceğin siteler verdim.

    msnde ekle

    konuşup tartışalım

    sitelerede muhakkak bak.

    sorularına cevap bulucaksın


    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakultesi
  3. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Otistiq
    Otistiq's avatar
    Kayıt Tarihi: 05/Ağustos/2005
    Erkek

    Maide Suresi 33 Ayet

    Maide suresi, Ayet 33- "Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır."

     

    Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki rivayetler şunlardır:

     

    1- Kitap ehlinden bir kavim hakkında inmiştir ki, Hz. Peygamber ile aralarında sözleşme yapmışlardı, sözleşmelerini bozdular ve yol kesip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya kalkıştılar. (İbnü Abbas'dan bir rivayet).

     

    2- Müşrikler hakkında inmiştir. (İkrime'den, Hasenü'l-Basri'den ve Alâ'dan rivayet)

     

    3- Olayları meşhur olan Ureyneliler hakkında inmiştir ki, Ukûl, Ureyne ve Beciyle'den bir kısım halk yoksulluk ve hastalık içinde oldukları halde Medine'ye gelmişler, müslüman olduklarını açıklamışlar, Resulullah kendilerini zekattan toplanan beytü'l-mâl develerinin otladıkları yere göndererek bunların sütlerinden içip geçinmelerini ve hastalıklarını da bu develerin sidikleriyle tedavi etmelerini emretmiş, varmışlar. Bir müddet sonra tamamen sıhhatlerini kazanıp iyileştikten sonra dinden dönmüşler, çobanları öldürüp develeri sürmüşler ve yolları kesip ırza da tecavüz ederek kaçmışlar, fakat takip edilerek yakalanmışlardı. (Enes b. Mâlik, Urve b. Zübeyr ve daha bazı zevattan rivayet)

     

    4- Ebu Bürde de denilen Hilâl b. Uveymirî Eslemî'nin kavmi hakkında inmiştir ki, Peygamberimiz bu Hilâl ile "ne iyiliğine, ne kötülüğüne yardım etmemek; ona gelen müslümanlar emanlı olup heyecana düşürülmemek ve aynı şekilde her kim Resûlullah'a gitmek üzere Hilâl'e uğrarsa emanlı olup heyecana düşürülmemek" üzere "barış anlaşması" (akd-i muvâdea) yapmıştı. Bir gün Kinâne oğullarından bir kısım halk müslüman olmak maksadıyla gelirken Hilâl'in kavmine uğramış, o gün de Hilâl orada yokmuş, kavmi tutmuşlar bunların yollarını kesmişler ve kendilerini öldürüp mallarını almışlardı.

     

    Bu rivayetlerin toplamından anlaşıldığı üzere âyetin inişi, her halde yol kesme haydutluğu ile ilgilidir. Fakat bazıları bu hükmün kâfirlere mahsus olduğuna, bazıları da fâsık müslümanları da içine aldığına kâni olmuşlardır ki, fakihlerin çoğunun görüşü budur.

     

    Peygamber'le harb etmek akıl ve âdet bakımından mümkün olabilirse de, Allah ile savaşmak ne aklen ne de şer'an mümkün olmadığından her halde mecazdır. Halbuki bir lafzın hem hakikat, hem mecaz olması caiz olamaz. Şu halde burada savaş, hem Allah'a ve hem peygamberine ilgisi itibariyle mecaz olmak gerekir. Şu halde "muharebe" lafzı, ya Allah ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten mecazdır. Veya o emirler ve hükümleri tatbik ve icra eden Allah'ın kullarına savaştan mecazdır. Sonra bu savaşın bilinen mânasıyla açık savaş olmadığı da gerek siyak (söz gelişin)tan ve gerekse nüzul sebeplerinden anlaşılmaktadır. Zira görülüyor ki bunda esirlik ve cizye gibi hükümler yoktur. Tefsircilerin çoğunluğu ve fakihler, harbin aslı, bir selb (zorla alma) mânâsını içine alması bakımından bu savaştan maksat, yol kesmek demek olduğunu beyan etmişler ve buna "büyük hırsızlık" adını vermişlerdir. Bazıları da gerek, şehir dışında ve gerek içinde olsun. Yani açıktan hırsızlığa kalkışmak demişlerdir. Bu mânâda ise müste'min (emân alarak İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslim), zımmî (gayr-i müslim vatandaş), harbî (müste'min ve zımmî olmayan gayr-i müslim), kâfirlerden vaki olabileceği gibi, fasık müslümanlar tarafından da olabilir. Özetle bunlar, biri diğerini koruyarak toplanıp kuvvetli bir engel teşkil eden ve bu şekilde gerek müslümanların ve gerek İslâm tabiyetinde veya himayesinde bulunanların canlarına veya mallarına veya ırzlarına kasteden ve asayişlerini bozan sosyal ve siyasi sapıklık erbabıdır. Ve bu âyette bunların cezası olan dinî ceza açıklanmıştır. Şöyle ki:

     

    Allah ve Resulüne savaş açan, yani Allah'ın ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla Allah'a ve Resulullah'a harp vaziyeti alan ve yeryüzünde bozgunculuk için koşan, cana veya mala veya ırza saldırmaya veya tarla ve nesli yok etmeye girişmek ve ihmalcilik ile hak (doğru) nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışan kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şundan ibarettir:

     

    Öldürülmeleri, yani adam öldürmüşler ise kısas yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri veya asılmaları, yani hem adam öldürmüşler, hem de mal almış veya ırza tecavüz etmişlerse diri olarak asılıp, süngü ile öldürülecek, yahut öldürüldükten sonra ölü olarak asılarak halka gösterilmeleri, veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi, yani adam öldürmemişler de yalnız mal almışlar ise, biri sağdan, biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi, veya bulundukları yerden sürülmeleri, (yani bunların hiçbirisini yapmış olmayıp yalnız yolda tehdit etmişler ise yeryüzünden sürülmeleri), hapsedilmeleri veya bulundukları yerden diğer bir yere sürülmeleri.

     

    İşte Allah'a ve peygamberine harp vaziyeti alarak silahlanıp bozgunculuk yapanların derecelerine göre tayin edilen cezaları, yani şer'î cezaları bu şekilde öldürmek veya asmak veya kesmek veya sürgüne göndermekten ibarettir. Bilinmektedir ki, herhangi bir savaşın mahiyeti bu dördün birinin dışında kalmaz ve bu cezalar bunların gerektirdikleri fiillerin mahiyeti gereği olarak hakkıyle karşılıklarıdır. A'ta'dan, Katâde'den, Hasen'den buradaki tekrarların, yani " =ev" atıf harfinin tahyir (iki şeyden birini seçmek) için olduğuna dair bazı rivayetler vardır. Buna göre âmir bunlara bu dört cezadan birisini tatbik etmeye mecbur, fakat işin gerektirdiği duruma göre bunlardan birini seçmekte serbesttir demek olur. Fakat cumhur (âlimlerin çoğunluğu) bunun gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından doğru olmadığını ve tekrarın seçim yapmak değil, yukarda gösterildiği üzere suçun derecelerine göre dağıtım ve taksim etmek için olduğunu ve şu halde veliyyü'l-emr (âmir)in bu konuda seçme hakkı olmayıp, suçun derecesine göre cezayı yerine getirmekle yükümlü bulunduğunu, mesela hapis yatması gerekeni kesmek, kesmek gerekeni öldürmek ve yalnız öldürülmesi gerekeni asamayacağı gibi, bunun zıddını da yapamayacağını ve hiçbir şekilde affetme hakkı olmadığını açıklamışlardır. Hakikatte katili hapsetmekle yetinmek ve katil olmayanı asabilmek gibi rivayet ve dirayet bakımından akla uymayan bir "istediğini seçme" mânâsının batıl olduğu açıktır. Fakat biz burada şunu söyleyebiliriz ki " = ev" edatı, hakikatte seçmeye ve bölmeye muhtemeldir. Gerçi burada taksim (bölmek) ve tevzi (dağıtmak) rivayet ve dirayet bakımından tercih edilmiş ve seçilmiştir. Fakat bununla tahyir (seçim yapma) ihtimalinin mutlak batıl ve hükümsüz olması da gerekmez. Çünkü sürgüne göndermeyi âzâ kesmeye, kesmeyi öldürmeye, öldürmeyi asmaya çıkarabilecek şekilde, cezayı şiddetlendirme şeklinde bir seçim yapma asla caiz olamamakla beraber, tersine asmayı öldürmeye, öldürmeyi uzuv kesmeye, uzuv kesmeyi hapse indirebilecek şekliyle cezayı hafifletme suretinde bir seçme ve bir selahiyet düşünülmesi akla yatkın ve mümkündür. Seçim yapma ihtimali, aslında mevcud ve bazı rivayetler de nakledilmiş olduğu halde bu imkan büsbütün inkâr edilemez ve edilemeyince de zaten "cezalar, şüphelerle düşer" olduğu için hâl ve zamanın değişmesine göre cezayı hafifletici olmak üzere, gerektiği zaman bu ihtimali de düşünmek doğru olabilecektir. Bu mânâ, bir lafzı aynı zamanda hem seçim yapmaya, hem de tenviâ (çeşitlendirmeye) yorumlayarak iki mânâyı bir delalette toplamak değil, çeşitli durumlar ve farklı zamanlara göre iki mânâyı sırayla düşünerek bir çeşit seçime ihtimal veren taksim ile "iki ihtimalle amel olarak" her şüpheden uzak bir mânâ almaktır ki, hem cezanın mânâsına, hem de genel kâidelerden hafifletme hükümlerine çok uygundur.

     

    Bilinmektedir ki salb (asman)ın mânâsı kollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır. İmam Şâfiî hazretlerinin asmanın ölü olarak yapılmasını, yani önce öldürüp, müslüman ise namazı da kılındıktan sonra asılıp, herkese gösterilmesini tercih etmiştir ki, faydalı olduğunda şüphe yoktur. Bir yere sürgüne göndermeye gelince, esasen nefy, idam etmek, yok etmek demektir. Halbuki burada öldürme ve asmaya karşılık zikredilmiş olduğu için "asma" mânâsına olmadığı açıktır. O halde hayatta olan bir kimsenin bütün yeryüzünden sürülmesi ancak hapsetme demek olabilir ki, Arap dilinde nefy bu mânâya da kullanılmış olmasında fikir ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ve pek çok dil bilgini bu mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi bulunduğu memleketten diğer bir beldeye çıkarmaya veya dâr-ı İslâm (müslüman memleketin) den çıkarmaya da nefy (sürgün) denilebilirse de, bunun ikisi de sakıncadan uzak olmadığı için caiz görülmemiştir. Çünkü maksat, şerri defetmektir. Halbuki bir haydutu diğer bir memlekete sevketmek, orada bulunan Allah'ın kullarına zarar vermekten uzak değildir. Büsbütün İslâm memleketinden gayr-i müslimlerin memleketine çıkarmak ise gayr-i müslimlere bir şahsın katılmasını arzu etmek demek olduğundan hiç caiz olmaz demişlerdir. Bununla beraber şahısların ve yerlerin değişmesine göre anılan sakıncanın ortaya çıkmayacağı anlaşılırsa, diğer bir memlekete sürgün etmenin caiz olduğu söyleyenler de vardır. Bu cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz hazretlerinden bu mânâ rivayet edilmiştir. Daha önce Tihâme çölünün en uzağında "Dehlek", Habeş'te "Nâsı' " birer sürgün yeri idi denilmiştir. Dilimizde de nefy, bu mânâda kullanılmaktadır. İmam Şâfiî de demiştir ki, burada nefy'in iki mânâya gelme ihtimali vardır. Birisi, eğer bunlar adam öldürmüş, mal almış ve yakalanmış iseler, cezaları yerine getirilir. Eğer yakalanmamış iseler devamlı takip edilirler. İşte bu şekilde nefyden maksad, bunların hükümetten korkarak bir beldeden bir beldeye devamlı şekilde kaçıp gitmesidir. İkincisi, yalnız korkutmak ile kalmış, adam öldürmemiş ve mal almamış olanlar da devamlı olarak takip edilir. Fakat tutuldukları zaman tazir edilir (şer'î haddin dışında hakimin uygun göreceği bir ceza ile cezalandırılır)ler ve hapsedilirler. Bunlar hakkında da nefyden maksat yalnız hapistir. İmâm Şâfiî'nin nefyi böyle iki hale göre mânâlandırması bizim tahyir (seçme) ve taksim etme meselelerindeki hatırlatmamıza benzer. Bir de Şâfiî'nin bu ifadesi hapsin had (şer'î ceza) değil, tazir mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Hakikatte hapis miktarı tayin edilmemiş olduğuna göre böyle olması gerekir. Şu halde bunun şer'î ceza (had) olması, hapsin aslına göredir.

     

    İşte Allah ve Resulüyle savaş eden ve yeryüzünde bozgunculuk etmek için, koşanların cezaları başka bir şey değil, ya öldürülmek, ya asılmak, ya elleri ayaklarının çapraz olarak kesilmesi veya yeryüzünden nefyolunmak (sürülmek)tır. Fakat bu cezanın kısaltılması (veya tahsisi) mutlak değil, izafidir. Zirâ bu ceza bunların sırf dünyadaki düşüklük ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette pek büyük bir azab daha vardır. Ki bunların hiçbiriyle kıyas edilmesi mümkün değildir.

     

    KURAN'I KERİM TEFSİRİ (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

    ----------

    Zariyat Suresi

    Bilindiği üzere Kur’an’ın mucizeliğinin en önemli yönlerinden biri onun îcazı(vecizliği)dir. Bu üslupta özellikle, az bir sözle çok manalar ifade etmek yanında, ifadede bir çok kelimeyi hazf ederek(kullanmayarak) bir konuyu açıklamak hususu kendini göstermektedir. Kur’an’da bu tür ayetlerin sayısı yüzleri geçer.

    İşte bu harika üslubun bir yansımasını da bu ayetlerde görüyoruz. Allah’ın kudretinin haşmetini gösteren 47-49. ayetlerden sonra, 50-51. ayetlerde “böyle sonsuz kudret sahibi bir zata karşı isyan bayrağı açılmaz, ona meydan okunmaz; insanlar için onunla barışmak, onun hoşnutluğunu kazanmak, ondan yine ona sığınmak, onun rahmet kucağına atılmaktan başka bir çarelerinin olmadığı” ifade edilmiştir. Fakat bir uyarı üslubu olan bu ayetlerde, tefennün yapılmış, farklı bir üslup benimsenmiş, önceki ayetlerde ilahî kudretin nakışları doğrudan Allah tarafından seslendirilmişken, bu son iki ayette elçinin lisanıyla çağrı yapılmıştır. Çünkü, farklı üslup ve farklı çağrı, farklı hitap kaynağından gelmesi daha tesirli, daha dikkat çekici olur.

    İşte bu ayetlerde, “Allah'a kaçın… Allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın” çağrılarında veciz üslup kullanılmış ve “kul= De ki:” sözcüğü melhuz olarak hazf edilmiştir(varlığını çağrıştıracak bir konumda kullanılmamıştır). Ancak, kullanılmayan kelimenin “kul= De ki “ olduğunu çağrıştıran bir cümle olarak –mealen-: “ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım” ifadesine yer verilmiştir. (Kul takdiri için bk. Razî, İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri).

    Kur’an’da baştan sona kadar, ihtiyaç duyulan her yerde “Kul” kelimesi açıktan veya zımnen vardır. Bu işin ehli tarafından kabul edilen ilmî bir kuraldır.

    ve Ayrıca  Hud suresi 2. ayette geçen "... Kuşkusuz, ben size O'ndan gelen bir uyarıcı ve müjdeciyim..." sözünün Peygamber efendimize ait olduğu iddiası hakkında bilgi;

    Hud Suresi, 2. ayette, birinci ayet olan “Elif, lam, ra! Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem kılınıp sonra da ayetleri açıklanmış bir kitaptır” ayetinden sonra, şüphesiz ki ben O’nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcıyım ve müjdeleyiciyim” ayetinde, konuşanın peygamberimiz olarak görülmesi iki türlü izah edilebilir:

    1. Bir ayette Kur’an’da pek çok ayetin başında takdiren bulunan kul (de ki) ifadesi takdiri olarak vardır. Örneğin, Fatiha suresine başlarken okuduğumuz, bismillahirrahmanirrahim ve elhamdulillah ifadelerinin başında da bu ifade (kul/ de ki) takdiridir. Çünkü bu ifadelerde de zahiren peygamberimiz konuşuyor gibidir. Hakikatte ise konuşan Yüce Allah olduğu için bu ifade benzer ayetlerde –bir üslup özelliği olarak- takdiren (gizli olarak) bulunmaktadır.

    2. Bu durum Kur’an’ın çok renkli, insanı bıktırmayan mucizeli üslup özelliklerindendir. Kur’an insanların alışageldikleri belli bir üslubu takip etmiyor. Olayları farklı zaman kipleriyle, kişileri farklı kiplerle anlatıyor. Örneğin Yüce Allah kendinden bahsederken bazen “Allah”, “Rahman” gibi isimlerini kullanırken bazen zamirlerle “ben”, bazen “o”, bazen de mühim hadise ve kıyamet gibi inkılaplara gücünün yeteceğini ifade etmek için azamet ifadesi olarak “biz” zamirini kullanıyor. Ayetlerin öncesi ve sonrasına (siyak-sibak), konuya (makam) göre bazen gayb (III. Tekil şahıs) bazen muhatap kipiyle konuşulur. Örneğin Fatiha suresinin ilk ayetlerinde gayb kipiyle Allah övüldükten sonra iyyake ifadesiyle birden muhatap kipine geçilir. Medhettiği Yüce Allah adeta karşısındaymış gibi, ihsan makamındaki bir kimse gibi, O’na yalvarıp dua edilir.

    Yine, Kur’an’da kıyamet sahneleri anlatılırken çoğu kere cennet veya cehennemde yaşanacak bir durum, geçmiş zaman kipiyle ifade edilerek kesinliğine vurgu yapılır. Edebiyatta iltifat sanatı olarak isimlendirilen bu durumun Kur’an’daki örnekleri pek çoktur. Kur’an’dan bahseden bir ayette “O kerim bir elçinin sözüdür” ifadesinde Kur’an’ın kerim elçiye (Cebrail’e) nisbet edilmesi de bu konuda bir örnektir. Çünkü ayette Kur’an’ı kerimin elçiye nisbet edilmesi ona ait bir söz olduğu için değil, Kur’an’ın güvenilir bir yolla Peygamberimize ulaştırıldığını ifade etmek içindir.

    İşte Hud suresi 2. ayette de Kur’an’ın bu çok zengin üslup özelliğinin bir yansıması olarak, “sen onlara gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyicisin” ifadesi yerine muhataplar dikkate alınarak, “ben size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim” ifadesi kullanılmıştır.

    --------

    Enfal Suresi

    Konuyla ilgili ayetlerin mealleri:

    “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur. Allah sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı yüz kişi olursa Allah'ın izniyle iki yüz kişiyi yener, sizden bin kişi olursa iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.”
    (Enfal Suresi, 65, 66)

    Savaşın amacı ne kadar meşru, hatta kutsal olursa olsun yine de istenmeyen, korkulan, acı ve ıstıraplara sebep olan bir harekettir; bu sebeple savaşanların maddî-manevî teşvike ihtiyaçları vardır. Peygamberimiz savaşlarda bunu yapmış, Allah'ın gazilere, şehitlere vaad ettiği muhteşem ödülleri hatırlatarak askerlerine şevk vermiştir. Bu sünnet o günden bugüne bütün İslâm ordularında uygulanmış, kumandanlar askeri coşturmak için mehter gibi mûsiki dahil değişik yöntemlere başvurmuşlardır.

    Tefsirlerde bire on savaşma yükümlülüğünün bire iki nispetine indirilmesi konusunda Bedir Savaşı gibi bazı olaylara atıf yapılmış ve 66. âyetin bir öncekini neshettiğinden söz edilmiştir. İbn Abbas'ın bir yorumuna dayanan (Buhari, "Tefsîr", 8/6) Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'ye göre (II, 877), Bedir dahil hiçbir zaman sahabe bire on savaşmamıştır. Bu âyet bir olaya bağlı olmaksızın bir mümine, on düşmana karşı olsa da savaşmasını, bu şart içinde dahi savaştan kaçmamasını farz kılmış, sonra farz olma hükmü kaldırılmıştır. Kurtubî'nin şu açıklaması, İslâm âlimlerinin nesih anlayışları bakımından da ilgi çekicidir: "İbn Abbas'tan gelen rivayet bunun farz olduğunu gösteriyor. Sonra bunun müminlere ağır geldiği sabit olunca farz, bir kişinin iki kişi karşısında sebat etmesi yükümlülüğüne indirildi. Böylece müminlerin yükleri hafifletildi, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında kaçmaması farz kılındı. Buna göre, yapılan bir hafifletmedir, nesih değildir ve bu anlayış güzeldir. Maamafih Kadı İbnü't-Tayyib, 'Bir hüküm tamamen ortadan kaldırılmasa bile aslında veya niteliklerinde bir değiştirme yapılmasına da nesih denebilir; çünkü bu takdirde ikincisi, birincinin aynı değildir' demiştir" (VIII, 45). Bize göre bu iki âyet ortaklaşa şunu ifade etmektedir: Gerektiği ve kaçınılmaz hale geldiği zaman bire on bile savaşılabilir; karşı tarafı savaşa iten sebep ve saiklerle müminlerinki farklı olduğu için bu bilinç farkı gücü ve dayanmayı (sabrı) etkiler, Allah rızâsı için savaşan ve şehit olduğu takdirde kendisini dünyadakinden daha mutlu bir hayatın beklediğine inanan müminlerin gücü on katına çıkar ve Allah'ın izniyle zafer kazanılabilir. Bu iman ve bilinç zayıfladıkça güç de azalır. Ancak müminlerle kâfirlerin, hak yolunda savaşanlarla ona karşı savaşanların, maddî güce eklenen manevî güçleri bire ikiden aşağı düşmez. Müminler güç dengesi hesabını yaparken terazinin kefesine bu moral güç farkını da koymalıdırlar. (bk. Kuran Yolu, ilgili ayetlerin açıklaması)

    Merhum Elmalılı bu ayetleri şöyle açıklar:

    Ey Nebi! Senin hasbin, yeterin Allah'dır, sana uyan müminlerle beraber. Bunda iki mânâ yüklüdür: Birisi; Allah sana da, onlara da yeter. İkincisi; sana Allah ve onlar yeter. Şu halde başka bir şeyden endişeye kapılmadan Allah'a sığınarak vazifenize bakınız, demek olur. Bu âyetin Mekke'de otuz üç erkek ve altı kadından sonra kırkıncı olarak Hz. Ömer'in İslâm'a girişi üzerine nâzil olduğu dahi söylenmiş ise de, çoğunluğun beyanına göre; Bedir'de savaş başlamadan önce "Beydâ" denilen yerde nazil olmuştur.

    Ey Nebi! Müminleri düşmanla savaşa "tahrid" et. İyice ta'lim edip, eğitip, hazırla ve teşvik eyle. Bu âyette, tahsis ve sınırlama vardır. Şöyle ki: Eğer sizden yirmi tane sabreden olursa iki yüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.

    Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır: Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu nisbetin sadece yirmi ve iki yüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.

    İkincisi, İslâmiyet'in başlangıcında askeri birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.

    Bu galip gelme, o kâfirlerin gerçekten anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah (Allah kelimesini yükseltmek) niyetiyle değildir. Hamiyet-i cahiliyye denilen kavmiyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir. Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri her şeydir, ahiret hayatı ise bir hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi, onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan anlaşılıyor ki, ilk müslümanlar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş bulunan üç yüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü kuvvet bakımından Müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az üç bin kişi olmaları gerekirdi.

    Şimdi Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti, ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi. Yani savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle öylesine sabır ve tahammül mükellefiyetinin bundan böyle umum için uygun olmadığı kendini gösterdi. Gerçi böyle olacağını Allah Teâlâ ezelden bilirdi. Fakat zamanı şimdi geldi, durum bütün yönleriyle olduğu gibi açığa çıktı ve bilindi. Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi, birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl Suresi, 8/16) hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.

    Allah'ın yardımına ermek için her halükârda sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar. Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde Müslümanlar, iki kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da İslâm Tarihi'nde Allah'ın izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır. (bk. Elmalılı, Tefsir, Enfal Suresi, 65 ve 66. ayetlerin açıklaması)

    Savaştan kaçmanın hükmü ise şu ayetlerle belirlenmiştir:

    “Ey Müminler! İnkâr edenlerle savaşta karşı karşıya gelince onlara arkanızı dönüp kaçmayın. Kim savaş için yer değiştirmek veya başka bir birliğe katılmak amacıyla olmaksızın savaş sırasında düşmana arkasını dönüp kaçarsa Allah'ın öfkesine uğramış olur, onun varacağı yer cehennemdir, ne kötü bir son!” (Enfal Suresi, 8/15, 16)

    Bedir Savaşı'ndan sonra ganimetlerin taksimi konusunda farklı bek­lenti ve görüşler ortaya çıkması üzerine gelen âyetler arasında bulunan ve savaş­tan kaçmanın sonuçlarını açıklayan bu âyetleri, savaştan önce inmiş kabul edenle­rin tespit ve yorumlan vakıaya uygun düşmemektedir. Bedir'den önce küçük akın­cı hareketleriyle başlayan çatışmalar bu savaştan sonra büyüyerek devam etmiştir. Bunun böyle olacağını bilen Allah Teâlâ, hem müminleri gerektiğinde savaşmaya ve bunun getirdiği acılara, zorluklara katlanmaya teşvik etmek hem de savaştan kaçmayı engelleyici müeyyide oluşturmak üzere bu âyetleri indirmiştir.

    Hz. Peygamber'in (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlarda kaçanların, savaş taktiği veya bir başka birliğe katılmak gibi seçeneklerinin olamayacağı, halbuki başka zaman ve durumlarda böyle meşru gerekçelerin bulunabileceği düşüncesinden yola çıkan bazı müfessirler, âyetlerin şiddetli ifade ve hükümlerinin Hz. Peygamber zamanına ve onun bizzat katıldığı savaşlara mahsus olduğunu ileri sürmüşler, bu durumda düşmanın sayısı ne olursa olsun savaşı bırakıp çekilmenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu yorumu destekleyen şöyle bir örnek de vardır: Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber'in bulunmadığı bir çatışmada sıkışınca bazı arkadaşlarıyla birlikte geri çekilmişti. Sonradan kendi aralarında düşününce yaptıklarının, Allah'ın öfkesine uğratan bir firar olduğu kanaatine vararak "Medine'ye gizlice girelim, Hz. Peygamber'i görelim. Eğer tövbemiz kabul edilirse orada kalalım, edilmezse başımızı alıp gidelim" dediler. Sabah namazından önce Peygamberimizi görerek durumu arzettiler. O şöyle buyurdu: "Siz savaştan kaçanlar değil, tekrar savaşmak üzere geri çekilenlersiniz." Bunun üzerine İbn Ömer ve arkadaşları efendimizin elini öpmüşler, o da sözlerine şunu eklemiştir: "Müslümanlar geri çekildiklerinde takviye için geldikleri birlik benim" (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 106)

    Savaştan kaçma fiilini kebâir (büyük günahlar) arasında sayan meşhur hadis (Buhârî, "Vesâyâ", 23; Müslim, "îmân", 145) yanında iki âyet daha konumuzla doğrudan ilgilidir. Birincisi Uhud Savaşı ile ilgili olup orada savaş meydanını terkedenler kınanmış ve Allah'ın affından söz edilmiştir. (Âl-i İmrân Suresi, 3/155) İkinci âyet de Huneyn Savaşı'ndaki dağılma ve kaçma ile ilgilidir; orada da kaçanlar kınanmış, bir kısmının affedildiği bildirilmiştir. (Tevbe Suresi 9/25-26) Bu naslardan çıkan hüküm, savaş taktiği veya bir başka birliğe katılma amacı dışında savaştan kaçmanın büyük bir suç ve günah olduğudur. İlgili âyet ve hadisleri yorumlarken özelleştirme (tahsis) veya aralarında çelişki görüp bir kısmının hükmünü kalkmış gösterme (nesih) yerine işin gereğini, tarihî şartları ve genel hükümleri göz önüne alarak sonuçlar çıkarmayı tercih ediyoruz. Buna göre nasları şöyle yorumlamak mümkündür: Savaşılan düşman bire iki, bire on bile olsa gerektiğinde Müslümanlar, Allah'ın yardımına güvenerek savaşa girmeye ve dayanmaya teşvik edilmiştir. Askerî birlikler fiilen çarpışırken bazı askerlerin tek başlarına veya grup halinde, savaş gereği olmaksızın kaçmaları hem diğerlerine zarar vereceği hem de harbi kazanma şansını azaltacağı için şiddetle yasaklanmıştır. Ancak teke tek çarpışmalarda canı kurtarmak için gerektiğinde kaçmak veya büyük bir düşman gücü karşısında zafer ihtimali bulunmadığı için savaşa girmemek, keza büyük zayiat verilmesi hali ve ihtimali karşısında kumanda ile ve düzenli bir şekilde çekilmek... savaştan kaçma veya bunun kınanan, yasaklanan çeşitlerinden birisi olarak değerlendirilemez. İbn Ömer'le ilgili olayda bir kaçma, arkasından pişmanlık, tövbe ve Hz. Peygamber'e gelip başvurma, teslim olma durumu vardır. Bu hadise dayanarak "başka bir birliği desteklemek için yer değiştirme" kavram ve kuralını, konunun tabiatına ters düşecek şekilde sürdürmek ve genişletmek doğru değildir. İbn Ömer ve arkadaşlarıyla ilgili olay bir kaçma, sonra pişmanlık duyup teslim olma fiillerinden ibarettir. Hz. Peygamber bunları affetmiş, gelip kendisine teslim olmalarını, onlara teselli olsun diye, bir cepheden bir başka cepheye intikal ve kendisinin bulunduğu birliğe iltihak olarak değerlendirmiştir. Şartlar uygun düştüğünde her zaman, savaştan kaçan, sonra pişman olup yetkili makama teslim olan askerlerin affedilip tekrar cepheye sevkedilmeleri mümkündür.

    ---------------

    Araf Suresi

    İnsanın asıl vatanı Cennettir. Hz. Adem ( a.s) cennette olmakla beraber Allah onları o haliyle cennette bırakmak için yaratmamış, onları daha ulvi bir gaye olan çoğalma ve imtihan vesilesi olmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. Bu hikmetten onların malum hatayı işlemelerine meydan verdi.

    Allah’u teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

    Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

    Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebubekir (ra)ile kötü ruhlu Ebucehilin anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

    Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

    İşte Allah, cennet ambarında duran babamız Adem Peygamberi dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak Cennete dönmesi için de şeytan ateşine oturtuyor. İbadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç olarak Cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir.

    İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdemin cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

    Bu konunun izahında, Cenabı Hakkın, Hz. Âdemi yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır: “Hani, rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara Sûresi, 30)

    Ayet-i Kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenabı Hak daha Hz. Âdemi yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

    Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

    Kuranda geçen kelimelerin hangi anlamda kullanıldığı çok önemlidir. Peygamberlerin masum olduğu düşünülürse bunun kesinlikle bilinçli bir isyan olmadığı açıkça anlaşılır.

    Nitekim bundan önceki ayetlerde olay anlatılırken Hz. Adem'in bu sözü unuttuğu belirtilir: "Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık." (Taha Suresi, 115)

    Demek Hz. Ademin bu davranışı Allah'ın emrine karşı gelmek gibi bilinçli bir hareket değildir. Bu nedenle ayeti bizim anladığımız isyan olarak değil şöyle anlamak mümkündür: "Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı." (Taha Suresi, 121)

    Peygamberler günah işlemez

    Günahlar, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Adam öldürme, zina, içki içme, ana babaya karşı gelme, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid'atlara taraftar olmak.1

    Bütün peygamberler gerek peygamberliklerinden önce, gerekse peygamberliklerinden sonra hiçbir şekilde büyük günah işlememişlerdir.

    Ancak, bazı peygamberler hata yoluyla, unutmak veya daha iyiyi terk etmek suretiyle bizim bildiğimiz şeklin dışında "zelle" denen bazı hatalar işlemişlerdir.2 Hz. Adem'in Cennette iken yasak ağacın meyvelerinden yemesi zelleye misal olarak verilebilir. Hz. Âdem, yasak meyvelerden yemekle bizim bildiğimiz mânâda bir günah işlememiş, daha iyi olanı terk etmiştir. Neticede de, bu hatalarından dolayı Cennet nimetlerinden mahrum kaldılar. Cennette günah ve sevap mefhumunun olmaması bu günahın, bilinenden başka bir şeklinin olduğu da anlaşılır.

    Cennet nimetlerinden birisi de, orada "tuvalete gitme" gibi bir ihtiyacın mevcut olmadığıdır.3 Cennette yenip içilen şeylerin artıkları olmadığından Hz. Âdem ve Havva, Cennette büyük ve küçük abdest yapmıyorlardı. Avret mahalleri elbise veya bir nurla kendilerinden gizlenmişti.4 Yasak ağacın meyvelerinden yemeleri avret yerlerinin açılmasına, küçük ve büyük abdest gibi eza verecek şeylere sebep olacağı için Cenab-ı Hak o ağaçtan yemelerini men etmişti.5 Nitekim, yasak ağacın meyvelerini yedikleri anda, daha önce hiç görmedikleri avret yerleri açılıverdi. O yerlerin açılması uygun olmadığı için yaprakla örtünmeye başladılar.6

    Hz. Âdem'in yasak ağacın meyvesinden yiyerek Cennetten çıkarılmasında kaderin hissesini unutmamak gerekir. Çünkü, Cenab-ı Haklan insanı yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak Hz. Âdem ve Havva'nın Cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur. Ebu'1-Hasen-i Şâzelî, Hz. Âdem'in zellesi hakkında şöyle der:

    "Ne hikmetli bir günah ki, kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin meşru kılınmasına sebep olmuştur."7

    --------

    Bakara Suresi

    Tarih boyunca savaşın olduğu yerde, genelde esir de olmuştur. Kur’an-ı Kerim Bedir savaşından bahsederken esirler konusuna da temas eder:

    Bedir savaşında Müslümanlar karşı taraftan 70 esir alırlar. Hz. Peygamber, bu esirlere nasıl muamele edileceği konusunda meşveret eder.
    -Esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması,
    -Hepsinin öldürülmesi,
    şeklinde iki görüş ortaya çıkar. Resulullah da fidyeye taraftardır. Esirlerin ekonomik durumlarıyla orantılı olarak fidye alınır ve serbest bırakılırlar. (1) Bedir esirleriyle ilgili şu ayetler nazil olur:
    " Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, ( sizin için) ahireti diliyor, Allah Aziz'dir, Hakimdir.

    Şayet Allah'tan bir yazı geçmiş olmasaydı, aldığınızdan dolayı mutlaka size büyük bir azab dokunurdu." (Enfal Sûresi, 67-68)
    "Yeryüzünde ağır basmak" ifadesi, tam bir galibiyet halini belirtir. Bir Peygamber için, karşı tarafı çökertmeden ve küfrün belini kırmadan esirlerle uğraşmasının uygun olmadığı anlatılmıştır. Çünkü, daha sistemini tam kuramadan, hakimiyeti tam sağlayamadan esirlerle meşgul olmak, büyük bir vakit kaybı olacaktır. (2)
    "Allah'tan bir yazı" ifadesi hakkında şu gibi açıklamalara yer verilmiştir:
    -Cenab-ı Hakk'ın, "içtihat sonucu yapılan amelden dolayı kimseyi azablandırmayacağı" şeklindeki teminatı,
    -Cenab-ı Hakk'ın, Levh-i Mahfuz'da belirlemiş olduğu "ehl-i Bedr'e azap etmeyeceği" garantisi,.. (3)
    İşte bu gibi sebeplerden dolayı Resulullah'ın uygulaması yürürlükten kaldırılmamış ve şöyle denilmiştir:
    "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, Gafur'dur, Rahim'dir." (Enfal Sûresi, 69)

    Daha sonra, Hz. Peygamber'e hitap edilerek, şu talimat verilir:
    "Ey Peygamber ! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır (imana bir liyakat) görürse, sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah Gafur'dur, Rahim'dir.
    Eğer sana hainlik etmek isterlerse, bilsinler ki, bundan önce Allah'a hıyanet ettiler de, Allah onların cezalandırılması için sana imkan verdi (Hıyanet ederlerse, yine verir). Allah Alim'dir, Hakim'dir." (Enfal Sûresi, 70-71)

    Hz. Abbas, Resulullah'ın amcalarından olup, Bedir esirlerindendi. Fidye karşılığı serbest bırakılır. O da İslam'ı din olarak seçer. Yıllar sonra, Bahreyn'den hayli yüklü bir miktar ganimet gelir. Hz. Abbas, kendine düşen hisseyi alınca, üstteki ayeti hatırlatıp der: "Bu benden alınandan daha fazla bir mal. Cenab-ı Hakk'ın ikinci va'dini (yani, ‘sizi bağışlar’ müjdesini) de ümit etmekteyim." (4)

    Esirlerle ilgili bir başka bahis, Muhammed Sûresinde geçer:
    "Kafirlerle savaşta karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Onlara tam galip geldiğinizde, bağı sağlam bağlayın (esir alın). Sonra da, ya onları karşılıksız salıverin, ya da fidyeyle bırakın. Harb, ağırlıklarını bırakıncaya kadar (savaş bitip durum netleşinceye kadar) yapılacak olan budur." (Muhammed Sûresi, 4)

    Esirlerle ilgili burada bildirilen hükümlerle, Enfal Sûresindeki ayetler arasında bir zıtlık söz konusu değildir. Önce İshan (karşı tarafı tam mağlup ve perişan etmek), sonra esir almak şeklinde bir tertib söz konusudur. (7) Esirler ise,
    1- Ya karşılıksız (meccanen),
    2- Ya da fidye karşılığında serbest bırakılacaklardır.

    Ayette, karşılıksız serbest bırakılmasının önce zikredilmesi, bu şekilde salıverilmelerinin daha evla olduğuna işaret sayılabilir. (8) Fakat idareci olanlar, bulundukları duruma en uygun tercihi yaparlar.

    Ayette, "savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar" kaydı ise, savaş bitmeden esirleri bırakmanın mahzuruna dikkat çeker. Ortalık yatışmadan, durum netleşmeden onları salıvermek, düşmana yardım olur. Salınan esirler, tekrar düşman saflarına geçecek, müslümanlara karşı savaşacaklardır. (9)

    Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için şu esaslara dikkat çekmekte yarar görüyoruz:

    1- İslamiyet, esirleri köle yapmayı emretmez. Bu konuda, Kur'an'da ve hadiste bir emir, asla söz konusu değildir. Asıl olan hürriyettir. (10)

    2- Uygulamada, zaman zaman müslümanların esirleri köleleştirmesi, günün savaş şartlarından kaynaklanan bir durumdur(11). Karşı taraf müslüman esirleri köleleştirirken, onlardan alınan esirleri serbest bırakmak, iyi bir siyaset olmasa gerektir.

    3- İslamiyet, köleliği birden kaldırmak yerine, kademeli olarak kaldırmayı esas kabul etmiştir. Zira, insanlık aleminde yerleşmiş köklü bir adeti birden kaldırmak, mümkün değildir. Hata ile öldürme ve yemin kefaretlerinde köle azat edilmesi esası vardır(12). Köle azat etmek, Allah'a yaklaştırıcı bir ibadet olarak takdim edilmiştir(13). Zekatın verilme yerlerinden biri de, kölelerdir. (Tevbe Sûresi, 60)

    Hz. Peygamber (a.s.m), kölelerle ilgili şöyle der: "Onlara, "kölem, cariyem" demeyiniz. "Oğlum, kızım" deyiniz".(14)

    "Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin..." (15).

    Görüldüğü gibi, İslamiyet kölelik sistemini kademeli olarak kaldırmayı esas almış, mevcut uygulamayı da en insani bir şekilde yapmıştır

    ve ayrıca ek bilgi olarak,

    Azad Etmek

    Bir köleden köleliği kaldırmak, onu hürriyetine kavuşturmak. Arapça karşılığı itk olup, sözlükte: güç, kuvvet, bolluk, güzellik, kerem ve iyilik gibi anlamlara gelir. Köle de azad edilmekle daha önce yapamadığı işleri yapmaya güç bulduğu, insanlar arasında itibar kazanıp kölelik darlığından kurtulduğu için hadise bu terimle ifade edilmiştir.

    İnsanda asıl olan hürriyettir. Ancak m. VI. yüzyılda yeryüzünde kölelik gerçeği var olduğu için, İslâm köleliği birden kaldırmamış, köleliğin statüsünü, hak ve sorumluluklarını düzenlemiş; her fırsatta köle azadını teşvik ederek, köleliğin kalkması yolunda ilk ciddî adımı atmıştır. Kölelik temelde küfrün eseridir. İslâm'ın getirdiği azad müessesesi ise bu eseri yok etmek gayesini gütmektedir. Kölelik hükmen ölüm gibidir. Çünkü o, malda tasarruf, şahitlik ve kendi nefsine velî olma ehliyetinden mahrumiyet demek olduğu gibi; köleden cuma namazı, hac, cihat ve cenaze namazı gibi bir çok ibadetlerdeki yükümlülüğü kaldırır. İşte bir köleyi hürriyetine kavuşturan, bütün bu haklardan onun yararlanmasını sağlayacağı için mânen onu diriltmiş gibi sevaba nail olur. (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 232; el-Askalânî, Bulüğu'l-Merâm, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967, IV, 292). Buna karşılık bir kudsî hadîste; hür bir kimseyi köle diye satmaya kalkışanın hasmının kıyamet gününde Yüce Allah olacağı bildirilir (Buhârî, Büyû, 106, İcâre, 12, 15; İbn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b. Hanbel, II, 292, 358, III,143, IV, 274).

    Köle azadı meşrû ve mendup sayılmıştır.

    Ayetlerde şöyle buyurulur: "Hata dışında bir mümin diğer bir mümini öldüremez. Kim bir mümini hata ile öldürürse, bir mümin köle azad etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi gerekir. Ancak, ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer ölen, size düşman olan bir kavimden olur da mümin olursa öldürenin sadece bir köle azad etmesi gerekir. Eğer dlen sizinle aralarında anlama olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mümin köle azad etmesi gerekir" (en-Nisâ, 4/92).

    Bozulan yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir" (el-Mâide, 5/89).

    Karılarına "zıhar" yapıp, sonra sözlerini geri almak isteyenlerin, karılarıyla temasta bulunmadan önce, bir köle azad etmeleri gerekir" (el-Mücâdele, 57/3), " Azad edecek köle bulamayanın ise, karısıyla temasta bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. " (el-Mücâdele, 57/4). Diğer yandan zekât verilecek sınıflardan birisi, azad olmak için para biriktiren kölelerdir (et-Tevbe, 9/60).

    Köle azadını teşvik eden çok hadisler vardır. Bunlardan bazıları: "Bir kimse mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, onun her uzvuna karşılık, kendisinin bir uzvu Cehennem ateşinden kurtulur. " (Buhârî, Itk, 1; Müslim, Itk, 24). "Evlâd, babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup, satın alır da azad ederse o başka" (Müslim, Itk, 25; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Tirmizî, Birr, 8; İbn Mâce, Edeb, 1).

    Hz. Peygamber köle azadında öncülük ederek, ömrü boyunca altmışüç köleyi hürriyetine kavuşturmuştur. Hz. Âişe'nin altmışyedi; Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bir çok; Hz. Abbas (r.a.)'ın yetmiş; Hz. Osman'ın muhasarada iken yirmi; Hakîm b. Hızâm'ın yüz; Abdullah b. Ömer'in bin köleyi azad ettiği nakledilir (el-Askâlânî, age., IV, 294).

    On dört asır önce kölelerin müslümanların kardeşi ilân edilmesi onlar hakkında yediğinden yedirme, giydiğinden giydirme, ağır iş yüklememe, "oğlum, kızım" diye hitapta bulunma gibi prensiplerin konulması, insan hakları bakımından son derece önemli bir adımdır. (Ebû Dâvud, Edeb,123, 124). Buna göre, köle ve câriyelerin, yanında bulundukları ailenin yaşantısı seviyesinde yaşadıkları ve o ailenin bir ferdi gibi muamele gördükleri söylenebilir. Yirminci yüzyıl başlarında yeryüzünde kölelik müessesesi kalkarken, İslâm aleminde de, hürriyet prensibinden hareketle köleliğe son verilmiştir.

    Hamdi DÖNDÜREN

     

    ---------

    İlk Sorun için cewap önce güneş hakkında az bilgi edinmek olsun ve Kuran-ı Kerimde Kuran hakkında bilgiler ise

    Kur’an’da, güneşin dünyanın etrafında döndüğünü gösteren hiçbir ayet yoktur.

    Bu konuda en meşhur olan ayet Yasin Suresinin 38. ayetidir: “Ve’ş-şemsu tercî li müstekarrın leha”. Kısa meali: Güneş kendi yörüngesinde akar gider.

    Şimdi bu ifadeden, güneşin dünyanın etrafında döndüğünü, söyleyebilir miyiz? Elbette söylemeyiz. Aksine dolaylı da olsa, yerküresinin güneşin etrafında dönmekte olduğunu,  bu ayetten anlamak mümkündür. Şöyle ki:

    a. Ayette güneş için kullanılan “şems” kelimesi, onun durmaksızın hareket halinde olan bir kütle olduğunu göstermektedir. Çünkü, Bu kelimenin Arapça’daki etimolojik anlamı, yürüyen, koşan, yerinde duramayan, dizginlenemeyen demektir. Araplar, koşarken, zor zapt edilen, dizginlenemeyen at için “Feresun Şamis” ifadesini kullanırlar. "Feres şâmis" demek,  "serkeş ve zapt edilemeyen at" demektir(krş. Lisan; Müncid; Veciz, (ŞMS) maddesi ).

    b. Ayette ikinci kelime olarak yer alan “Tecrî” kelimesi, akarak hareket eder anlamında muzari bir fiildir. Bu fiilin gelecek zamanın geniş bir kipi olarak kullanılması, güneşin sürekli hareket halinde olduğunu göstermektedir. Güneşin akıyor olduğunun ifade edilmesi, onun katı değil, sıvı/gazlar halindeki bir kütleye sahip olduğuna delâlet ettiği gibi, onun bir gemi gibi feza-esir denizinde yüzmekte olduğuna işaret etmektedir.

    c.Ayette üçüncü kelime olarak yer alan “Li mustekarrın” terkibi iki şeyden meydana gelmiştir.

    Birincisi: “Lam” harfidir. Bu harfin tercih edilmesi dikkate değer. Çünkü, be harfin-zarfiyeti ifade eden fi, intihayı ifade eden ila, ve sebebiyeti ifade eden lam(kendi asıl manası) olmak üzere- üç anlamı vardır.

    İkincisi: “Mustekar” sözcüğüdür. Bu kelimenin de Lam gibi üç anlamı vardır: İstkrar(mastar), istikrarlı yer(mekân ismi), İstikrarlı zaman(zaman ismi).

    Bu iki kelimenin üç anlamı da birbiriyle iç içedir; güneşin üç hareketinin olduğuna işaret etmektedir. Buna göre;

    -Lam Fi manasında, mustekar ise, mekân ismi manasında olduğu zaman ayetin anlamı şöyle olur: “Güneş, kendi karargâhı içerisinde/kendi yörüngesinde sürekli hareket halindedir.”

    -Lam sebebiyet/kendi öz manasında, mustekar ise, mastar/istikrar manasında olduğu zaman, ayetin anlamı şöyle olur: “Güneş, kendi sisteminin/çevresindeki gezegenlerin istikrarı için durmadan hareket etmektedir.

    Bu iki anlamıyla ayet gösteriyor ki; güneş kendi yörüngesinde belli bir amaca hizmet için, durmadan hareket etmektedir. Amaç ise, güneş sistemindeki gezegenleri bir arada tutmak, onların her birisinin hususi yörüngelerinde düzenli hareket etmelerini sağlamaktır. Bunun tek yolu, güneşin sürekli hareket halinde olmasıdır. Çünkü, hareketten hararet/ısı, hararetten ise çekim kuvveti doğar. Dünyanın da içinde bulunduğu güneş sisteminin düzenli bir rotayı takip etmesi için güneşin bir cazibe merkezi olarak çevresindeki uydularına yön vermesi gerekir.  Bundan anlıyoruz ki, ayet, güneşin dünyanın etrafında değil, dünyanın güneşin etrafında dolaştığına işaret etmektedir.

    - Lam intiha/bir son durağa doğru gitmeyi ifade eden ila manasında, mustakar ise, zaman ismi manasında olduğunda, ayetin manası şöyle olur: “Güneş, sistem olarak –helazonik bir hareketle- durmadan bir yere doğru gitmek üzere hareket halindedir.” Bu günkü astronom bilgilerine göre, güneşin sistem olarak bağlı bulunduğu saman yolu  galaksisinden gittikçe uzaklaşan bir rotayı takip etmekte, Şemsu’ş-şumus veya Herkul burcuna doğru yol almaktadır.

    Böylece, söz konusu ayetin  üç kelimelik cümlesinden, bu günkü müspet ilmin de kabul ettiği çerçevede üç manidar anlamı görmek mümkündür. Bu tür kapsam genişlikleri, Kur’an’a mahsus ve onun semavî kimliğini ispat eden  i’caz parıltısı olarak görülmelidir.

    Peki niçin Kur’an bu gibi konuları çok açık bir şekilde ifade etmiyor da, kapalı bir üslubu kullanmayı tercih ediyor?

    Bu sorunun cevabı şudur:

    Din bir imtihandır. Allah'ın teklifleri bir tecrübedir. Kömür gibi ruhlarla, elmas gibi ruhların birbirinden ayrılması ancak imtihan ateşiyle mümkündür. Bir mâdene verilen ateş ile, ondaki kömür ile elmas, bakır ile gümüş, toprak ile altın birbirinden ayrıldığı gibi, din imtihanı da insanın ruhundaki duygu ve düşünce mâdenine verilen bir teressübat ameliyesidir. "Kıymetli mâdenler yerinde kalır. Köpükler ise, uçar gider."(Ra'd, 13/17). Kur'an'ın hedefi ise, bir imtihan meydanı olan şu fâni dünyada insanlar arasında yarışma düzenlemek ve herkese fırsat eşitliği tanımak ve onları mükemmelliğe doğru eğitmektir. Böyle olunca, insanların aklını ellerinden alacak şekilde, onları belli bir yöne doğru zorla sürüklemek anlamına gelen istikbalde olacak bir takım gaybî işlerin Kur'an'da açıkça ifade edilmesi düşünülemez. Aksine Kur'an'ın, akla kapı açacak, fakat onu tek yöne yönlendirip hür iradesini elinden almayacak şekilde o gaybî olaylara işaretler yapması hikmetinin gereğidir. Çünkü, eğer açıkça bahsetse, teklif sırrı bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlara "La ilâhe illallâh" yazmak gibi bir kopya söz konusu olur ki, imtihanın gizlilik prensibine ters düşer(bk. Sözler,  276-278).

    Bilindiği gibi, kâinatta bir tekâmül kanunu vardır. Her şey gibi fen bilimlerinin ortaya koyduğu ilmî keşifler de zamanla terakki edip gelişmiştir. Bir merdivenin basamakları gibi bir önceki buluş, bir sonrakine yer hazırlayan bir mukaddime hükmündedir. Bu zaman faktörüne riâyet edilmeden, birbirinin basamakları hükmünde olan fennî buluşların yayıldıkları zaman dilimlerini dikkate almadan bunların ders verilmemesi gerekir. Bundan asırlarca önce gelen insanlara, modern fen buluşları ders verilseydi veya garip meseleleri anlatılsaydı, onların zihinlerini şaşırtmaktan başka bir işe yaramazdı. Meselâ: Kur'an, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak için için: "Ey insanlar! bakınız şu durgun gibi görünen yerküresi büyük bir hızla hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında dönmektedir. Doğudan çıkıp, batıdan battığını düşündüğünüz şu güneş ise, sadece kendi etrafında dönüyor. Ayrıca gördüğünüz şu bir damlacık suda binlerce canlı vardır. İşte bu hârika işlere bakıp Allah'ın büyüklüğünü anlamaya çalışınız."demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını, bu gerçekleri yalanlamaya sevk edecekti. Çünkü bunlar, duyu organlarının gördükleriyle çelişiyor. Sadece yeni fenlerin ortaya çıkmalarından sonra gelen insanları memnun etmek için böyle buluşlardan bahsetmek ve daha önceki asırlarda yaşayan bütün insanların zihinlerini altüst edecek bilgileri ders vermek, irşat prensibine aykırı olduğu gibi, belâgat üslubuna da terstir(bk. Nursi, Muhâkemat, 160-161; Humûsî, Fikretu’l-İ’caz., s. 298).

    Bununla beraber, Kur'an hikmetinin gereği olarak insanlarla akıllarının düzeyine göre konuşmayı prensip edindiğinden, eski zaman insanlarının seviyelerini dikkate aldığı gibi, bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, onlar için de fennî buluşlara işaret eden birçok karineler koymuş ve o hakikatlere işaret etmiştir.( bk. İşârât,  202-204; Şuaat,  68-69).

    d. Delil-iddia münasebeti yönünden: Her yönüyle mucize olan Kur'an'ın ifade tarzında; Arapların konuşma tarzlarına uygun, hüküm çıkarma kurallarına münasip ve dâvâ edilen gerçeklerin isbatı konusunda başarılı olan en açık bir dil kullanılacaktır. Bu sebeple, kamuoyunun genel temayüllerini okşayacak ve kendilerince apaçık gerçekler olan konuların şekillerini değiştirip, zâhir hislerini rencide etmeyecek şekilde bir üslup kullanılacaktır. Dolayısıyla, Allah'ın birliğini iddia eden Kur'an, eğer bu dâvâsını ispat etmek için, on asır sonra ancak öğrenilebilen bir takım fizyolojik, jeolojik ve kozmolojik meseleleri delil olarak kullansaydı, bu takdirde delil, iddiadan daha kapalı ve daha anlaşılmaz olurdu. Böyle bir ortamda en istikametli yol; mevcut insanların basit zihinlerine de hitap eden fakat aynı zamanda, ileride gelecek konuya âşina olan insanların anlayabilecekleri bir takım işaretleri yol üzerine bırakmaktır ki, Kur'an-ı Hakîm bu yolu seçmiştir.( bk. Muhâkemat, 12-15; Şuaat,  69-70).

    Bu konuda Kur’an’ın ifadeleri ile, felsefe/fen bilimlerinin ifadelerini karşılaştıran Bediüzzaman said Nursi, özetle şu görüşlere yer vermiştir:

    Kur'an'ın kâinattan bahsetmesi, fen ile felsefenin bahsi gibi değildir. Çünkü, onlar kâinattan kâinat için bahsediyorlar. Yüce Yaratıcının varlığını düşünmezler. Onun için yollarını şaşırmışlardır. Kur'an-ı Hakîm ise, Allah'ın zât, sıfat ve isimlerini bildirmek için kâinattan bahsediyor. Böyle bir iman dersine, her asırdaki bütün insanlar, toplum ve fert olarak herkes muhataptır. İnsanların çoğu fen bilimlerini bilmediklerine göre, Kur'an'ın o tür meseleleri açıkça nazara vermesi irşat bakımından olduğu kadar, belâğat ve istidlâl metodu açısından da doğru olmaz. Meselâ: Kur'an, güneşten bahsedince "güneş bir lâmbadır." der, onun nizam ve intizamın zembereği olduğunu nazara verir. Çünkü, güneşten, güneş için bahsetmez. Misâl olarak "Güneş döner"( Yâsin, 36/38) tabiriyle kış - yaz ve gece - gündüzün meydana gelmelerindeki hârika düzeni nazara vererek, Allah'ın sonsuz kudretini tâlim eder. Yine "(Allah) güneşi bir lâmba yaptı"( Nuh, 71/16) tâbiriyle dünyanın bir saray şeklinde olduğunu, içindeki eşyanın insan için tefriş edildiğini ve güneşin bile onun hizmetine verilmiş bir mumdar/adeta bir mum gibi ışık veren bir hizmetçi olduğunu hatırlatmakla, Allah'ın sonsuz rahmetini ve nihâyetsiz nimetlerini nazara veriyor.

    Şimdi bakalım iman nurundan mahrum olan sersem ve geveze felsefe ne diyor: Güneş büyük bir sıvı-ateş kütlesidir. Ondan fırlamış olan gezegenleri etrafında döndürüyor. Cesameti bu kadar, mâhiyeti böyledir, şöyledir. Korkunç bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Mevzûyu Kur'an gibi işlemiyor. Sadece bu misâle bakarak; içi kof ancak, dışı mutantan olan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlamak mümkündür. Onun şa'şaalı dış görünüşüne aldanıp, Kur'an'ın gâyet mu'ciz-nümâ beyanına karşı hürmetsizlik etmek, hem vicdan, hem akıl ve ilim açısından büyük bir haksızlık olur(bk. Mektûbat, 187-188).

    ve  Dewam edelim

    Dünyanın güneş etrafında dönmesi müsbet ilmin verileriyle isbatlanmış ve herkese malum olmuştur. Dünya güneş etrafında döndüğü gibi, güneşinde daha geniş bir dairede dönüşü ve seyahatı vardır. Kainatta hareket halinde olmayan hiç bir cisim yoktur. Dünyanın güneş etrafında dönmesini tavaf etmek olarak değerlendirmenin ilimi ve dini bir dayanağı yoktur.

    Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır. (Neml Suresi, 88)

    Neml Suresi'ndeki ayette Dünya'nın sadece döndüğü değil, dönüş yönü de vurgulanmaktadır. 3.500-4.000 metre yükseklikteki ana bulut kümelerinin hareket yönü daima batıdan doğuya doğrudur. Hava durumu tahminleri için çoğunlukla batıdaki duruma bakılmasının sebebi de budur.

    Bulut kümelerinin batıdan doğuya doğru sürüklenmesinin asıl sebebi Dünya’nın dönüş yönüdür. Günümüzde bilindiği gibi, Dünyamız da batıdan doğuya doğru dönmektedir. Bilimin yakın tarihlerde tespit ettiği bu bilimsel gerçek, Kuran’da yüzyıllar öncesinden -Dünya'nın bir düzlem olduğu, bir öküzün başının üstünde sabit durduğu sanılan 14. yüzyılda- haber verilmiştir.

    Güneşin dönüşü ile ilgili olarak

    Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor. (Enbiya Suresi, 33)
    Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

    Yanlış bir yorum olmasından korkuyorum fakat kendimize çektikten kasıt belkide buda olabilir

    Öğre ikindi akşam yatsı şafak sabah...

    Burdaki tüm bilgiler Alıntıdır..Sorularlaislamiyet.com


    Hayallerim ve Kendim.
  4. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    onalti
    onalti's avatar
    Kayıt Tarihi: 17/Şubat/2009
    Erkek

    MelancholiTr bunu yazdı:
    -----------------------------

    www.dinimizislam.com

    www.hakikatkitapevi.com

    kardşim ben yeni merak saldım senin gibi.

    her türlü soruyu bulabilceğin siteler verdim.

    msnde ekle

    konuşup tartışalım

    sitelerede muhakkak bak.

    sorularına cevap bulucaksın


    -----------------------------

    MelancholiTr kardeşim adamın amacı öğrenmek değil. Ortalığı bulandırmak. İlgilenmeyin konusuyla atıp tutsun. Yok Kuran'da çelişme varmış. Yok bilmem ne varmış. Edirne gibi mübarek bi şehirde doğmuş belki de büyümüş ama dini diyaneti bilmiyor. Amacı bişileri karalamak. Bizler konuyu güncel tutarak adama iyilik etmiş oluyoruz. Zaten imzasından belli ne düşündüğü. Solcu bir kadının imzasını kullanıyor. Yok şarap içermiş köprüyü geçermiş. Kusura bakma ..ah geçersin.

    Issız bir dağın başında susuzluktan ölecek durumdaysanız ve karşınızda İçki ve köpek sidiği  dışında bişi yoksa köpek sidiğini tercih ediniz diye bildirir hadisler. Varın gerisini siz hesap edin.
    (Dip not: internet üzerinden kimse kendi ideolojisini karşısındakine yerleştiremez. Ancak bunun gibi adamlar insanların inanç ve ideolojilerine çamur atarak onların aklına şüphe düşürmek isterler. Boş kürek çekme alibaba. Senin inandığın şeyleri de biliriz..)


    Naber lan filozoflar.
  5. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    eselcuker
    eselcuker's avatar
    Kayıt Tarihi: 13/Eylül/2008
    Erkek

    ulan adamı 2 dk da kapışıp parçaladınız ha adam gibi bşy sormuş adama kardeşim yanlış anlamışsın şöyledir böyledir diyeceğinize posta koyup duruyorsunuz ne alaka adam bunu sordu diye dinsiz mi oldu her insanın aklına takılmaz mı böyle şeyler olamaz mı

    adama yardımcı olmak yerine dedem gibi yobazlık yapıyorsunuz aq...

    adamı zorla dinden çıkartacaksınız diye diye diye kendi de inanacak çocuk ben dinsizmiyim die

    rahmetli cem karaca öldükden sonra tv de bir programda izlemiştim

    camiye gitmiş zamanında cocuk tabi ilk defa gitmiş arkadaşlar felan namaz sırasında gülmüş mü ne yapmışsa artık çocukluk yaşlı bir amcamızda kafasına iki tane çakıp kızmış cem karaca'ya o günden sonra bir daha camiye ayak basmamış

    bu misal sizde adamı zorla çıkartacaksınız dinden

    YOBAZLIK YAPMAK YERİNE BŞYLER ÖĞRETMEYE ÇALIŞIN...

    ve ya inanırsın yada inanmazsın buna kesinlikle katılmıyorum...

    Kur'an ne ile başlıyor ? " Oku " sana en baştan okuda öğren demiş allah gözünü kapatıp inan yada inanma dememiş !!!


    AMD Rulezzz =)
  6. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Otistiq
    Otistiq's avatar
    Kayıt Tarihi: 05/Ağustos/2005
    Erkek
    onalti bunu yazdı:
    -----------------------------
    MelancholiTr bunu yazdı:
    -----------------------------

    www.dinimizislam.com

    www.hakikatkitapevi.com

    kardşim ben yeni merak saldım senin gibi.

    her türlü soruyu bulabilceğin siteler verdim.

    msnde ekle

    konuşup tartışalım

    sitelerede muhakkak bak.

    sorularına cevap bulucaksın


    -----------------------------

    MelancholiTr kardeşim adamın amacı öğrenmek değil. Ortalığı bulandırmak. İlgilenmeyin konusuyla atıp tutsun. Yok Kuran'da çelişme varmış. Yok bilmem ne varmış. Edirne gibi mübarek bi şehirde doğmuş belki de büyümüş ama dini diyaneti bilmiyor. Amacı bişileri karalamak. Bizler konuyu güncel tutarak adama iyilik etmiş oluyoruz. Zaten imzasından belli ne düşündüğü. Solcu bir kadının imzasını kullanıyor. Yok şarap içermiş köprüyü geçermiş. Kusura bakma ..ah geçersin.

    Issız bir dağın başında susuzluktan ölecek durumdaysanız ve karşınızda İçki ve köpek sidiği  dışında bişi yoksa köpek sidiğini tercih ediniz diye bildirir hadisler. Varın gerisini siz hesap edin.
    (Dip not: internet üzerinden kimse kendi ideolojisini karşısındakine yerleştiremez. Ancak bunun gibi adamlar insanların inanç ve ideolojilerine çamur atarak onların aklına şüphe düşürmek isterler. Boş kürek çekme alibaba. Senin inandığın şeyleri de biliriz..)


    -----------------------------

    Hocam bence yanlş düşünüosn.. Ciddi veya Değil sana düşen görev bilgilerle onu aydınlatmak en azından Vicdanen Rahat olman.. Ne malum senin yazacağın bir kelime onun tüm bakışını değiştirmeyeceği ? o yüzden "Gel, gel her kim olursan ol gel! "

    Demek warken NE işin war niye sorguluyrsun sen zaten şarapçısın,alkoliksin ,Zaten inanmıosn vs vs...demek " BANA " göre Son derece yanlış....


    Hayallerim ve Kendim.
  7. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    onalti
    onalti's avatar
    Kayıt Tarihi: 17/Şubat/2009
    Erkek

     Otistiq

    23 yaşında. üniversite öğrencisi. (hemde istanbul gibi bi yerde.) Bir zamanlar Osmanlı başkenti olan bir şehirde. Bu yaşında kadar din hakkında bişiler öğrenememiş bi arkadaşın bence forumlardan yardım istemesi insanın aklında şüphe uyandırıyor açıkcası.

    Kanaatimce arkadaş merakından ve bilmediğinden sormuyor. Ortalığı bulandırmak istiyor. Şimdi ben bu arkadaşa öğretmeye kalksam sabaha kadar sürer onun soruları benim cevaplarım. Bir de bunu internet ortamında yaptığımızı düşün. sanırım günlerce sürer.


    Naber lan filozoflar.
  8. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    Tekken'deki Eddy
    Prometheus
    Prometheus's avatar
    Kayıt Tarihi: 25/Aralık/2002
    Homo

    alibaba bunu yazdı:
    -----------------------------

    @prometheus

    hocam madem üç beş satırlık özet sorular istiyorsun peki o zaman senin arzu ettiğin taslak üzerinden soruyorum.

    birinci sorum şu maide suresinin türkçe mealinde çarmıha germek diye bir ifadeye rastlayamadım ancak diğer dillerdeki çevirilerinde var olduğunu görüyorum. esas olan doğru olan çeviri dilimizdeki çevirimidir yoksa diğer çevirilermidir? eğer esas olan çeviri diğer çeviriler ise çarmıha germek gibi bir ceza ilahi kitap için fazla vahşi değilmidir?

    ikinci sorum peygamberin ben diye hitap etmesi ile ilgili. zariyat suresini örnek olarak vermiştim daha birkaç yerde ben geçiyor. Allahtan geldiğine inanılan bir kitapta peygamber bizzat ben diye nasıl hitap edebiliyor bunun mantığı nedir acaba bunu açıklayabilirmisin? 

    üçüncü sorum tamamen araf suresi 11 ve 20nin açıklanmasını istiyorum.

    dördüncü sorum bakarada bahsedilen kısasa kısas ile ilgili. benim oradan anladığım eğer ben senin babanı öldürdüysem sende benim babamı öldür. ama ben seni affedersem sorun ortadan kalkar. eğer böyle ise bu ilahi kitap adaleti günümüz adaletine ne kadar uymaktadır?

     

    ----------------------------- 

     

    ilkine cevap yazmıştım, benden sonraki yorumlarımı okumadığımı belirtmek isterim. önemli birşey varsa pm ile uyarınız lütfen.

    Kaldığım yerden devam ediyorum. 

    1)e ek :  eğer esas olan çeviri diğer çeviriler ise çarmıha germek gibi bir ceza ilahi kitap için fazla vahşi değilmidir?

    hocam şöyle; vahşi, iyi, kötü kavramları kişiden kişiye farklıdır. Ortak bir doğru nerdeyse hiçbi zaman yoktur. ben vahşeti savunmuyorum ancak herşey için geçerli olan şu kural vardır; birinin ya da birçoğunun doğru dediği doğru olmak zorunda değildir. Özellikle kavramsal konularda.

    ki çevirilerin doğruluğu hakkında yorumu önceki mesjımda yaptım. diyanet ilahi bir kurum da değildir, diyaneti ya da başka bir slam büyüğünü savunamam veya yeremem. 

    2) Kur'an'da peygambere söylemesi gereken sözler de aktarılmıştır.

    ayetler "bunları sıra sıra diz" diye indirilmemiştir. her ayetin, surenin bir olay üzerine geldiğini ve yorumun bu olaylar bilinerek yapılması gerektiğini de bilmeliyiz.

    bu olaylara birçok kaynaktan özellikle tefsirlerden ulaşabiliriz.

    Bir de tasavvufi yorum var ancak tasavvuf çok kafa yorulmasıyla anlaşılan bir konudur. diğer bir deyişle üst seviyelerin Mevlana'ların evliyaların bilincinde tartışılan konulardır. ancak tabi ki zor değildir. sadece uzun ve birden incelendiğinde kafa karıştıran bir olaydır tasavvuf.

    3) soruyu anlayamadım açıkçası. 20de ise şeytanın sözünden bir aktarma var. o zaten insanın kafasını karıştıran amacı bu olan bir varlık.

    niye melek olmayasınız demiş dersen buna ancak yorum yapabilirim çünkü ben şeytanla bu konuyu tartışmadım neden böyle dedin diye :P

    melekler günahsızdır. Yaradıcıyı seven her yaratılmış da ona karşı suçsuz olmak ister. Bu doğal bir güdüdür. birini seversen en azından suçunu bilmesini istemezsin. insanın bir diğer garip yönü de zaman zaman kendinden aşağıda varlıklara benzemeye özenmesidir. kim aslan gibi güçlü olmak istemez ki mesela? birçoğumuzun ikon hayvanı vardır. oysa insan hepsinden üstün, bunun gibi. şeytan da belki böyle düşündü ve bir şekilde kandırmalıydı.

     

    4) Kısas olayı yanlış anlaşılmış. Benim babamı öldürdün ben de senin babanı öldürürüm değildir olay. Olay benim babamı öldürdün ben de seni öldürürümdür. Çünkü bir can alırsan karşılığı aynı seviyede birşeyle sen öderdin yani canınla.

    bilgisayarımı kırdın parasını ödersin, yeni bilgisayar alırsın.. gibi.

    birçok yönden günümüzdeki hukuktan daha iyi bence.

    basit bir örnek, abdullah öcalanın yaşamasını hangimiz sindirebiliyor?  

     

     

    +++++

    mutlaka iyi anlatamadığım yerler ve hatta belki yanlış anlattığım yerler olmuştur.

    iletişime devam edersek büyük ölçüde anlaşırız sanıyorum.

    ben ikna olursam "sen haklıymışsın" demeye hazırım. her zaman açık düşünceliyim.

    ama önce bana benim bildiğimden daha ikna edici bir düşünce sunmalısın.

     


    ________ inspired by love and guided by knowledge _______
  9. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    zigana
    zigana's avatar
    Kayıt Tarihi: 15/Eylül/2007
    Erkek

     

      konuyu sonuna kadar okuma fırsatım olmadı. sadece açılan konuyu ve birkaçını okudum.

      mealden hareketle çelişki demeniz yanlış olur tefsirleri incelemeniz lazım.

       sadece şöyle örnekleme yapayım. arapçada bir kelimenin anlamı tam olarak türkçeye çevirlemez. onun için izah gereklidir.

       örnek  ;  Türkçede biz sadece değişim deriz .

                  arapcada ise tebeddülat ( bir halden daha iyi bir hale geçiş), tağyir ( bir halden daha kötü hale geçiş) anlamlarını taşır .onlarda bir kavramı ifade eden kelimeler çok fazladır bizim dilimizde ise sınırlıdır. 

       mesela ;  yüz  kelimesi , denizde yüzmek, koyun yüzmek  ,surat ,  rakam ifade eder.  arapcada ise her detayın bir ayrı ifadesi ve anlamı vardır. o yüzden sadece meallere bakarak  bir anlam çıkarmak için ,her ayetin ne zaman hangi şartlarda nüzul olduğunu bilmeniz gerekir. o yüzden tefsirini okuyun. 

       bir hoca camide vaaz veriyormuş. teyemmümü anlatırken ( su olmayan yerde abdest alma) , eşeğin üzerinde su var ve eşek kaçıyor. adam namaz kılacak su yok. ne yapacak toprakla teyemmüm yapıyor. tam namaza duracakken . eşek geri geliyor  ve hoca bunu eşek görününce teyemmüm bozulur diyor :)  o esnada içeri giren biri ise bu sözü duyar duymaz in ulan oradan fesat herif diyor. yani gerisini dinlemediği için sadece '' eşek görününce teyemmüm bozulur '' lafına :)

       oyüzden mealleri karıştırırken lütfen tefsirini okuyun.


    Temel adalettir .
  10. KısayolKısayol reportŞikayet pmÖzel Mesaj
    mostwanted
    mostwanted's avatar
    Kayıt Tarihi: 02/Temmuz/2008
    Erkek
    gidip bir din adamına ya da ilahiyatçıya soracağına burda yazmışsın.bu da amacın öğrenmek değil laf atmak olduğunu gösteriyor.ama Kuran sen ve senin gibilerin küçük düşürebileceği bir kitap değildir.kafana takılan konularda senin aklının alacağı konular değil
Toplam Hit: 26348 Toplam Mesaj: 172